Ernest Hemingway, “iyi geceler yavru kedi" diye seslenmiş karısına kendini av tüfeğiyle vurmadan hemen önce.
“Düşmanlarından ne yakınırsın? / Senin olduğun gibi oluşunu / Sessizce, sonsuz bir suçlama olarak gören / Dostların gibi mi olsalardı?” diyor sevgili Goethe Doğu Batı Divanı’nda.
Dünyanın en zengin 8 (sekiz) kişisinin serveti, dünyanın en fakir 3,6 milyar kişisinin toplam servetinden daha daha fazlaymış.
Gökyüzündeki bir hükümdara beslenen inancın yeryüzü hükümdarlarına da saygı uyandıracağına inanan Napoleon, Laplace'ın büyük yapıtı Celestial Mechanics'de tanrı adının neden hiç anılmadığını sorunca, büyük gökbilimci, “efendimiz, o varsayımla işim yok benim” diye karşılık vermiş.
And içmek: Kanlarını bir kapta karıştırıp içmek veya karıştırmak, kan kardeşi olmak.
H. G. Wells’in ölmeden önce söylediği son söz şuymuş: “Gidin başımdan, ben iyiyim!”
Hannah Arendt, “kötülüklerin çoğu hiçbir zaman iyilik ve kötülük hakkında kafa yormamış insanların işidir, “diyor.
Garîpnâme, alp olmak için dokuz şart arar: Şecâat, kol kuvveti, gayret, iyi bir at, hususi bir kıyafet, ok yay, iyi bir kılıç, süngü, uygun bir yoldaş.
Tüm elma türlerinin genom dizisi çıkarıldıktan sonra, bilim insanları var olan milyarlarca elmanın %90’nın kökenini malus sieversii olarak bilinen ilk yabani elmaya kadar sürmüş. bütün bu türler Tanrı Dağı ormanlarının (Kazakistan) derinliklerinde uzak dağlık alanların yoğun bir şekilde elma ağaçlarıyla kaplandığı yerde oluştu. Kazagistan ‘ın eski başkentinin adı boşuna Almatı değil yani.
“Önemli olan insanın inançları değil, bu inançların onu nasıl biri haline getirdiğidir.” Walter Benjamin.
Kötülüğün Sıradanlığı’nda Hannah Arendt şöyle bi hikaye anlatıyor:
Reck-Malleczewen, 1944 yazında köylülere moral vermek için Bavyera'ya konuşma yapmaya gelen bir kadın "lider"den bahseder. Anlaşılan "mucize silahlarla" veya zaferle oyalanacak zamanı yoktu, büyük bir açıksözlülükle yaklaşan mağlubiyetle yüzleşti; iyi Almanların bu konuda endişelenmelerine gerek yoktu çünkü Führer "bütün iyiliğiyle, savaşın mutsuz bir sonla bitmesi halinde bütün alman halkı için, gazla zehirlenecekleri yumuşak bir ölüm hazırlamıştı". Bunun üzerine Reck-Malleczewen şunları söyler: "Yoo, hayır, hayal falan görmüyordum, bu hoş kadın bir serap değildi, kendi gözlerimle gördüm: açık tenli, kırkına yaklaşan, delirmiş gibi bakan bir kadın ... Peki ne oldu? Bavyeralı köylüler en azından bu ölme meraklısı kadının hararetini dindirmek için onu civardaki bir göle mi sokup çıkardılar? Kesinlikle böyle bir şey yapmadılar. Kafalarını sallaya sallaya evlerinin yolunu tuttular.”
Memleketimizde de bu tür manzaralarla sık sık karşılaştığımızı, hatta bunun için köy yerlerine falan da değil Twitter’da şöyle bir dolaşmamızın yeterli oacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Paul Wittek’e göre Gagavuz Türkleri adlarını selçuklu hükümdarı Keykâvûs’a olan bağlılıklarından almışlardır.
Anthonij Alveres’in ağabeyi Gabriel Alvares ortada hiçbir şey yokken bir borç meselesi nedeniyle kardeşini mahkemeye veren şahsın kafasına bir yumruk indirdi, şapkasını düşürdü; bahsi geçen Gabriel Alvares şapkayı alıp sokaktaki pisliğe fırlattı sonra da şapkanın üstüne bastı. 1655 yılında Amsterdam’da yaşanan bu olayı mahkeme kayıtlarından biliyor ve anlatmaya değer buluyoruz: Zira şapkası sokağa fırlatılan adam canım ciğerim Spinoza’ydı.
Wittgenstein, Beethoven hakkında şu hikayeyi anlatmayı çok severmiş “… bir dostu kapısına gittiğinde onun yeni fügü üzerine küfrettiğini, uluduğunu ve şarkı söylediğini duyar. beli bir saatin sonunda nihayet kapıdan çıkan Beethoven, sanki az önce şeytanla boğuşmuş gibidir ve aşçısıyla hizmetçisi gazabından kaçtığı için yaklaşık 36 saattir hiçbir şey yememiştir.”
Wittgenstein’e göre yani işte böyle bir insan olunmalıydı.
Bu gün neler oldu listesi:
Sabah yedi gibi uyanış. Hemen git kahve suyu doldur. Ah! Kahve kalmamış, sabahın köründe öğüt onu, hanımın koltuğunda oturmuş kahvesini beklemektedir. Dün sleepers’ı bir kez daha izledik. Ama yarısında bıraktık çünkü artık geç olmuştu ve yarın ders vardı. Şimdi okuldayım. Saat 11.42. Akşam misafirlerimiz var ve onlarla okey oynayarak günümüzü gün edeceiz. Az önce Marques de Sade adlı kişinin Justine’inden bir sahneyi yorumlayan bir yazı okudum. Bunu bi yerde kullanayım, dedim hemen -ama nerede? ve neden? Derken hızla eve geldim. Ama önce markete uğrayıp kuru yemiş meyve falan aldım. Şimdi evdeyim, çay içiyorum ve yanında Eti Burçak Kurabi yiyorum. Fakat yememeliyim. Ama yiyorum. Binaenaleyh, kahrolsun karbonhidrat. Lakin yaşasın cehennem tatlım.
Montaigne, “kötü davranışlardan, istemediğiniz için kaçının,” diyor, “beceremediğiniz için değil.”
Hmmm...
Michel Tournier’in “Dışsal Günlük”ünde şöyle bir not var:
İstanbul. Yaşar Kemal'deyiz akşam. Şefkatli, yüksek sesli, koca bir köylü. Durmadan konuşuyor ama sadece Türkçe ya da Kürtçe. Hapis yattı ve komünist diye işkence gördü. Sabit fikri Nobel Ödülü. Bu amaçla uzun soluklu bir Stockholm seyahati yapmiş. Kraliyet Akademisi üyelerine iletilmek üzere kitaplarından birini İsveççeye çevirtmiş kendi cebinden. Fakat özenle paketlenen o on sekiz nüshanın karşısında bir eksiklik hissetmiş. Bir şey eklemek gerekliliği kesinmiş ama ne? Uzun uzun düşündükten sonra on sekiz paket lokum eklemiş. Ben o lokumlar için verirdim Nobel'i ona!
Böyle şaka mı olur, ey Tounier? (Fakat Dışsal Günlük çok güzel.)
Kış gelince, diye yazmış sevgili Samuel Beckett, Üçleme: Molloy, Malone Ölüyor, Adlandırılamayan’ın bir yerinde, “uzun paltomun altından, kendimi gazete kağıdından sargılarla sarmalardım ve bunları Nisan’da, toprak iyiden iyiye uyanana kadar atmazdım. Times Literary Supplement, insanı hiç yarı yolda bırakmayan sağlamlığı ve su geçirmezliğiyle, bu amaca takdire şayan bir uygunluk gösteriyordu. Osuruğa bile bana mısın demiyordu. Bu konuda elim kolum bağlı, karanfilimden en ufak fırsatta gaz kaçıyor, arada bir bu durumdan söz etmemek benim için çok zor, her ne kadar çok iğrensem de. Bir gün kaç kere osurduğumu saymıştım. On dokuz saatte üç yüz on beş osuruk, yani vasati saate on altı osuruktan fazla. Aslına bakarsanız hiç de aşırı bir miktar değil. Her on beş dakikada dört osuruk. Lafı edilmeye bile değmez. Dört dakikada bir osuruk bile etmiyor. İnanamıyorum. Yav, buna osurmak bile denmez, bu konuyu hiç açmasam daha iyiymiş. Fevkalade bir şey, matematiğin insanın kendisini bilmesine böylesine yardımcı olması.”
‘Karanfilimden’. Hahaha.
Bu arada Torunier de Dışsal Günlük’te karanfil dememiş de ‘titrek pembelik’ demeyi tercih etmiş.
Öte yandan Güzelliğin Tarihi’nde Sayın Umberto Eco, “Homeros'da güzelliğin tarifine rastlanmaz,” demektedir:
“..buna ramen, İlyada'nın efsanevî yazarı, Sofist Gorgias'ın kepaze eseri Helena'ya Methiye'yi sanki önceden tahmin etmiş gibi, Troya Savaşı için dolaylı yoldan da olsa, haklı bir neden bulur: Helena'nın dayanılmaz Güzelliği sebep olduğu bütün acıları affettirir. Troya saldırının sonunda ele geçince, Menelaos sadakatsız karısını öldürmeye davranırsa da, gözü kadının çıplak göğüslerinin güzelliğine takılınca, kılıcını havaya kaldıran kolu hareketsiz kalır.”
Bazen şöyle bi rüya görüyorum:
Bi yere misafirliğe gidiyormuşum. Kapıda bi sürü ayakkabı oluyormuş hep ve bunlardan biri de benim ayakkabımmış. Sonra diğer misafirlerle birlikte evden çıkarken o ayakkabı kalabalığı arasından ayakkabımı aramaya koyuluyorum ama bir türlü bulamıyorum zira ayakkabılar birbirine çok benziyor, kendiminkinin hangisi olduğunu ayırt edemiyorum. Bütün geceyi böyle panik içinde ayakkabımı arayarak geçirmiş oluyorum böylece.
Rüyada ayakkabı aramak ne manaya gelmektedir?
Şu manaya gelmektedir:
Rüyasında ayakkabı aradığını gören kimse erkek ise; bir sıkıntı ile karşılaşacağına, karşılaşılan sıkıntı yüzünden moralinin bozulacağına, hayatının dengesinin bozulacağına, yaşadığı sıkıntılardan kurtulmak amacı ile çalmadık kapı bırakmayarak itibarında zedelenme olacağına ve içerisinde olduğu çıkmazdan kurtulmak için hırsını devreye sokarak, insan üstü çaba sarf edeceğine ve bu durumların herkesin başına gelebileceğini ifade eden yakın arkadaşlarının olması ile psikolojik olarak rahatlama yaşayacağı şeklinde yorumlanmaktadır.
Hmmm.
Doğa dört parçaya bölünmüştür. (toprak, su, hava, ateş) Dört o halde temel sayıdır. Dört sayısı temel yönlerin, ana rüzgarların, ayın safhalarının, mevsimlerin sayısıdır ve Âdem adı dört harfle yazılır. Öyleyse, kollarını açan bir adamın genişliği yüksekliğine eşit olduğundan; böylelikle tabanı ve yüksekliğiyle ideal kareyi meydana getirdiğinden, Vitruvius'un da düşündüğü gibi, insanın temel sayısı dört olmalıdır. Bazı dillerde "dörtgen" sözcüğünün ahlakından kuşku duyulmayacak bir insanın sembolü olarak kullanılması gibi, dört sayısı da ahlakî kusursuzluğun sayısı olmalıydı. Öte yandan İncil’in dört yazarı (Matta, Markos, Luka, Yuhanna), müslümanların dört halifesi (Ebu Bekir, Osman, Ömer, Ali) dünyanın dört köşesi, (kuzey, güney, doğu, batı) ve dört mevsimi vardır. Çin Kültüründe: “Dört” kelimesinin Çincede “ölüm” (死) kelimesine benzer bir şekilde telaffuz edilmesi nedeniyle uğursuz sayılır. Uzak Asya’nın tetrafobisi bilinen bir olgudur. Öte yandan yoncanın dört yapraklısı şans getirir. Antik Yunan’da Pythagorasçılar için dört, evrensel düzenin ve mükemmel uyumun sembolüydü. “Tetraktis” adını verdikleri üçgen yapı, dört katmanlıdır ve evrendeki her şeyin temelini oluşturur.
Hızla hareket eden arabaların pencerelerinden sarkan köpekler. 1920'ler çorap modası. Steampunk araçlar. Son derece enteresan canlı gifler tumblr'ı. Şans ve ölüm. Peygamberlik iddiasındaki bir şahıs II. Abdülhamid'e bana itaat et diye buyuruyor. Orta Çağda tam iş üzerindeyken basılan insanlar. Yağmur, yeşil bir göl ve suya yavaş çekim bi şekilde dalan kurbağalar vimeo'su. Photoshop'tan önce fotoşop işleri. 70'li yıllar bilim kurgu imajları tumblr'ı. Pin up kızları ve kediler. 1871-1933 yılları arasında Amerikan Patent Enstitüsü tarafından patent verilmiş bir takım enteresan icadlar. Stalin’e çılgınca bağlı olmak. Alternatif evren film posterleri: Ya şöyle olsaydı?
İnsan etinin tadını hiç merak ettiniz mi?
Robert Dankoff, “Seyyah-ı Âlem Evliyâ Çelebi'nin Dünyaya Bakışı" adlı eserinde, seyyahımızın Kalmuklar arasında seyahat ederken tanıklık ettiği bir olaya değiniyor. Kalmuklar iştahla insan eti yemektedir. içlerinden biri insan etini Evliya Çelebi'ye şöyle tarif ediyor: “Acıdır sen yeme, eğer lezzetini bilmek istersen bir avradı bir kere öp, gör ne kadar lezzetlidir. eğer insan etini yersen lezzetinden yeniden hayat bulup bizim gibi çok yaşarsın”
Evliyâmız'dan okuyalım:
Meselâ Karpa adında bir kişileri vardır. Taysı şahlarından sonra söz onundur. O Karpa adamda dört köşe bir ağaç kur’a vardır. O kur’a nice bin yıldan beri atalarından kalmıştır. Her tarafı birer ayrı renkte kendinden boyalı kur’adır. Bir ulu adamlan ölse onun tâliine kur’ayı atarlar. Eğer kırmızı tarafı gelse “Kur’a ateşe yak dedi” deyip leşini ateşte yakarlar. Eğer kur’a siyah yere gelse “Kara yere göm dedi” deyip leşi yere gömerler. Eğer kur’a mavi gelse “Suya at dedi” deyip leşi ya Edil suyuna veya her hangi suya yakın konmuşlarsa girip suya atarlar. Eğer yeşil gelse leşi pişirip yerler, ama kur’aya göre davranırlar. Ondan başka hükümleri yoktur.
Hatta bir gün Moyinçak Şah’ın bir oğlu ölmüş, onu ateşte kebap edip yağım ve kanını akıtıp yerler ve şenlik edip gülüşerek yerler. Hakir geçerken beni de sofraya çağırıp,
“Gel padişahımızın oğludur. Sen de yemiş ol” dediler. Hakir:
“Ya insan eti yenir mi?” dedim. Onlar:
“Bah yenir ya! Biz onun etini yeriz ki canı birimizin canına girip ölmez, bile gezer....”
“Bire adamlar, bu insan eti yenir mi, acı değil mi?” dedim. Bir kart Kalmuk:
“Acıdır sen yeme, eğer lezzetini bilmek istersen bir avradı bir kere öp, gör ne kadar lezzetlidir. Eğer insan etini yersen lezzetinden yeniden hayat bulup bizim gibi çok yaşarsın” dediler.
Ve o saat bu insan leşi kebabını 40-50 nefer Kalmuklar yediler, yağlarını yüzlerine, gözlerine ve vücutlarına sürüp kemiklerini yere gömdüler.
evliya çelebi seyahatnamesinin başka bir yerinde de bir çerkez köyü'nde tesadüf ettiği başka bir tuhaflıktan bahseder: önce, çerkezlerin ölülerinden kurtulmak için başvurdukları olağandışı yöntemi anlatır: arılar bal yaparsa ruhun cennete, yapmazsa cehenneme gideceğine inanarak, ölüyü bal arılarının toplanacağı oyuk bir meşe ağacının içinde açıkta bırakırlar. evliyâ, aşağıdaki kısa hikâye ile devam eder:
Allah bilir ki böyle olmuştur. Bir gün bu diyarda bir köyde konuk olup ev sahibimiz olan Çerkez adamlık edip hemen dışarı çıkıp biraz oyalandıktan sonra geldi. Meydana sığın derisinden sofra getirip bir ağaç tekne latif revak gibi bal, bir tekne peynir ve bir tekne pasta getirip “Aşan konaklar halâl bolsun. Benim babası canı savasın”, yani “Balı yiyin helâl olsun. Atam canına değsin” dedi.
Biz de Manoğlu hapsinden çıkmış gibi açlığımızı gidermek için bala öyle giriştik ki ellerimizin varıp gelmesine göz ermez. Ama pek acaip kılları çok, bal kıllarını ağzımızdan çıkarıp sofraya kılları koydukça Çerkez, “Aşan bu bal benim babası baldır" der.
Biz de biraz açlığımızı giderip yavaş yavaş kılları temizleyip yine bal yerken yemek üstüne Tamanlı Ali Can Bey gelip, “Ne yersiz Evliyâ Efendi?” deyince,
“Buyurun siz de” diye Ali Can’ı yemeğe davet edip,
“Bir kıllı baldır, ama acaba keçi tulumundan mıdır? Yoksa koyun tulumundan mıdır?” dediğimde hemen Ali Can ev sahibimize Çerkezce,
“Bu bal neredendir?” dedi. Hemen Çerkez ağlamaya başladı ve,
“Benim babası mezarından çıkardım” dediğini hakir anladım, ama sözün inceliğini pek kavrayamadım.
Hemen Ali Can:
“Geçen aylarda babası ölmüş. İşte dışarı havlısındaki büyük ağacın dalına babasının leşini sandık ile koymuş. Bal arıları babasının siki, taşağı ve budu arasında bal yapmış. Size sevgisinden babası taşağı kıllarıyla balı getirmiş. Kıllarını çıkarıp balım yersiz. Arı boku yiyeceğinize karı boku yiyin” deyip Ali Can dışarı çıkınca hemen hakir kusa kusa ciğerim taşra çıkayazıp dışarı çıktım.
“Bire medet kâfir gidi, bize ne iş etti” deyip söverken onu gördüm.
Ev sahibimiz Çerkez de dışarı çıkıp babasının olduğu ağaca çıkıp ağlayarak babası sandığının kapağını yine kapatırken kendi de bir hayli bal boku yiyip ağaçtan aşağı inip,
“Hacı haçan bal ister ben seni babası canı bal çok getirirdir. Hemen dua eyle” der. Başımıza bir acayip ve garip dert sardı.
Bu iki olaydan; animist çerkezlerin kıllı balıyla ilgili olanına inanma eğiliminde olduğunu belirtiyor Dankoff ama Budist Kalmukların insan eti yiyebileceğine ihtimal vermiyor.
Latince okumak anlamına gelen ‘legere’ sözcüğünün bir anlamı da çiçek toplamakmış.
İyi günler.